27 Şubat 2016 Cumartesi

Aşkar Edebiyat Dergisi'nde Ömer Faruk Dönmez Dosyası


AŞKAR 36 

EKİM KASIM ARALIK 2015




DOSYA

ÖZGEÇMİŞ

ÖMER FARUK DÖNMEZ’LE SÖYLEŞİ  
Hüseyin Çelik, Veysel Altuntaş, Regaib Albayrak
KURAMIN METAFİZİĞE DOKUNDUĞU YER 
İdris Ekinci

ZARİF BİR ARİF: ÖMER FARUK DÖNMEZ VE “ÂB-I HAYAT 
Hüseyin Çelik

BİR YOBAZIN GÜNLÜĞÜ YA DA KÖLENİN KÖLESİ OLUNUR MU? Ayşegül Genç

ÖMER FARUK DÖNMEZ VE MİZAH  
Salih Kılınç

BİR ÂLİMİN RAHLE-İ TEDRİSİNDEN BİR PROFESÖRÜN AMFİSİNE: “HAMZA” VE BİZ  
Muhbettin Kenben
TRT TÜRK Gündem Edebiyat 124. bölüm




Kelimelerin Sırtındaki Hakikat: "Âb-ı Hayat"

Kelimelerin Sırtındaki Hakikat: "Âb-ı Hayat"
Hüseyin Çelik


Geleneğimizdeki mecâlis kitaplarının bir benzeri, Mevlânâ'nın Mecâlis'ü Seb'a'sı, Nevâî'nin Mecâlis'ün Nefâis'i, Geylânî'nin Fethu’r Rabbânî'si gibi klasik eserlerin günümüz okuyucusuna hitap eden bir uyarlaması diyerek kolaya kaçabilirdik. Piyasada binlerce örneği bulunan mistik arayışlı kitaplardan biri olduğunu düşünerek rahat bir nefes alabilir, sayfalarını karıştırmaya bile lüzum görmeden raftaki yerine bırakabilirdik.

Fakat durum, sanıldığı kadar basit değil. "İnsan kardeşim, canımın içi, dinle. Derdim günüm sensin, inan. Aradığın bizdedir, pencerelerini aç, ta ki bizim gönlümüzden havalanan kuşlar, oraya konabilsinler. Sen pencereni kapatırsan biz ne yapalım? Kuşlar yine gelir, pervazlara konar, camını tıkırdatır fakat sen içerde uyuyorsun, böyle olmaz, kalk. İnsan kardeşim, gözümün çırası, dinle…" sözleriyle başlayan kitabın doğuş hikâyesi oldukça ilgi çekici ve sarsıcı.

Daha çok hikâye kitaplarıyla tanınan Ömer Faruk Dönmez ve entelektüel birikimine güvendiği bir dostu -kitapta Harun adıyla anılıyor-, garip bir kimse ile tanışmıştır. Önce Harun tanışır. Sokaklarda yaşayan, evi barkı ve lime lime olmuş bir kat elbiseden başka hiçbir şeyi olmayan hatta adı bile bilinmeyen bu zat, anlattıkları ile, dili ve duruşu ile önce Harun’u sonra da yazarımızı derinden etkiler. Belli zamanlarda buluşup sohbet etmeye başlarlar. Ömer Faruk Dönmez, müsade isteyerek zatın anlattıklarını not etmeye başlar. Bu notlar birikince kitap halini alır.

Yazar ve Harun diye tanıttığı arkadaşı, sürüp giden bu sohbetler neticesinde ciddi sorgulamalara girişirler. Bu zatın kim olduğu, nasıl bir hayat yaşadığı, ilminin ne tür bir ilim olduğu, daha önce kimlerle birlikte olduğu, ailesi ve tanıdıkları, herhangi bir üniversite ya da medrese okuyup okumadığı, herhangi bir âlimden ya da şeyhden icâzet alıp almadığı... Bunları hep düşünürler. Sohbetler ilerledikçe bu soruların anlamsızlaştığını da fark ederler. Öyle ki isminin bilinmiyor olması bile tuhaf gelmez ikisine de. Çünkü zaman geçtikçe ve Üstad diye hitap ettikleri zat anlattıkça, onun sıradan biri olmadığına inanmaya başlarlar. Bir ara Harun, "Üstad'ın, insanlardan kendini gizleyen bir Melâmî şeyhi olabileceğini, hâlâ düşünüyor muyuz?" diye sorar. Onun bir "mütefekkir" mi, bir "sokak filozofu" mu, "evsiz barksız bir deha" mı olduğu hususunda kesin bir sonuca varamazlar. Kuşkusuz bu zatta, bir dehanın, bir dervişin, bir meczubun, bir mütefekkirin, bir âlimin izlerini görmek mümkün. Kapıdan çıktıktan itibaren bir daha gelip gelmeyeceği bile belli olmayan birine soru sorup rahatsız etmek, mahrem konuları açıp üzmek istemeyen bu iki arkadaş ve okuyucular için Üstad'ın kim olduğu muammâ olarak kalmaya devam edecek.

İlk kitabından itibaren gerçeküstü kahramanlar deneyen, özellikle Bir Yobazın Günlüğü ve Hamza'da gerçek ile kurguyu iç içe geçiren ve bu maharetiyle tanınan ve sevilen Ömer Faruk Dönmez, ısrarla ve samimiyetle Âb-ı Hayat'ın kurmaca olmadığını söylüyor. Bazı sohbetlerde Üstad'ın da dediği gibi kendisinin yalnızca "kâtip" olduğunu ve anlatılanları olduğu gibi yazdığını vurguluyor.

Kırk meclisten oluşan Âb-ı Hayat'ın her meclisi, pek açık edilmese de bir ev ve/veya dükkanda; Üstad, kâtip ve Harun'un bir araya gelip sohbet etmeleri ve kâtibin konuşmaları kaydetmesiyle oluşuyor. Kırk meclis boyunca bu sahne aynen devam ediyor. Üstad, kendine özgü üslubuyla anlatıyor, bazen uzun uzun sükut ediyor; Harun, Türk ve Dünya edebiyatını, Doğu ve Batı düşünce birikimini neredeyse hıfzetmiş biri olarak alıntılarla ve sorularla sohbete yön veriyor; kâtip ise nadiren söz alıyor ve genelde harıl harıl not tutuyor.

Ömer Faruk Dönmez, Türkiye'de doğup büyümüş, entelektüel, İslamcı ve ehl-i târik vb. sıfatları nöbetleşe taşımış ve siyasî-edebî zekâya sahip bir Müslüman'ın yaşayacağı tüm serüvenleri yaşamış bir yazar olarak Âb-ı Hayat ve Üstad için "Paradigmamı değiştirdi." diyecektir. İslam ve hayat algısının temelden sarsıldığını ve yeniden inşa olduğunu da söylemektedir. Yazarın yaşadığı bu sarsıntı ve dönüşüm, her okuyucu için hem bir temenni hem de bir ihtimal olarak ortada duruyor. Sayfalar ilerledikçe İslam'ın ne olduğu, ne söylediği ve muradının ne olduğu hususunda ezberleri tehdit eden okumalar yapılacağı muhakkak. Müslüman veya değil, dost veya düşman, yakın veya uzak "insan"a bakışımızın da yerle bir olması ihtimaller arasında. Bilhassa İkinci Dünya Savaşın'dan sonra edebiyatta ve fikirde silikleşen ve değerlerinden koparılarak üryan ve anlamsız kalan insan, ideolojilerin ve ideolojileşen dinlerin, parti ve cemaatlerin, kapitalist şirket ve teknolojilerin nesneleştirdiği insan ve ne hazindir hepimizin artık böyle kanıksadığımız insan, eserde "can" olarak zikrediliyor ve merhamet nazarıyla ele alınarak kahramanlaştırılıyor, aslında tam manasıyla insanlaştırılıyor.

Özellikle ve öncellikle zihinlerde "İslam", "insan" ve "hayat" kalıplarını bertaraf eden Âb-ı Hayat'ı kelimelerle anlamaya çalışacağız.


Ömer Faruk Dönmez'in "Ortaya Karışık" Hikâyesi

ORTAYA KARIŞIK
Ömer Faruk Dönmez

Her şeyin böylesine birbirine girebileceğini doğrusu tahmin etmemiştim.

Ortalık bir anda toz duman oldu. Her şey birbirine karıştı. Bu bir rüya mı? Kâbus demeliydim. Evet, bu bir kâbus mu? Küçük bir çocuktum. Ne zaman geldim otuz iki yaşıma? Durum bir hayli karışık aslında. Yağmur yağıyor. Seller akıyor. Arap kızı görevinin başında. Allahım sen aklımı koru. Arkadaşlar da tıpkı o Arap kızı gibi uslu uslu oturup yağmuru seyretselerdi ya! O zaman işler bu kadar karışmazdı. Peki ne yaptılar? Kayboldular. Kim? Arkadaşlar. Nereye kayboldular? Elinin körüne. Efendim? Yaa efendim tabi! Ben de cümle âleme kafa tutuyorum işte. O kadar. İtaat. Kariyer. Saat. Bariyer. Şişli. Sarıyer. Vefa. Cefa. Aman aman, benden uzak dursunlar da. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez. Ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın yüzü. Yorgan gitti kavga bitti. Yorgan yüzü. Yastık kılıfı. Yoğurtlu patlıcan kızartması. Belirtisiz isim tamlaması. Ne diyorsun? Galiba sayıklıyorum. Bir de, bundan iyisi Şam'da kaysı, diye bir şey var. Sonra Şam fıstığı var. Antep fıstığı var. Şam galiba Suriye'nin başkentiydi. Biraz coğrafya çalışsam iyi olacak. Halep ordaysa arşın burada. Halep nerde? Tahran. Bağdat. Yorgan gitti… Yanlış efendim: bazı kavgalar yorgan gittikten sonra başlıyor asıl.

Cümle âleme kafa tutuyorum!


Yumuşak G Dergisi - "Öykümüz Fildişi Kulesine mi Çekildi?" soruşturması "Ocak-Şubat 2011"

Ömer Faruk Dönmez: ‘Ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemlidir’ diyerek, kandırdılar bizi.




Soru: Günümüz öyküsünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Cevap:

Kur’an-ı Kerim’de bir ifade var: “zuhruf el-kavl”.  En’am suresi 112. ayette geçiyor. İçi boş, hikmetsiz; fakat süslü, yaldızlı sözler demek zuhruf el-kavl. Piyasa bunlarla doluyor maalesef. Tabiî ki ‘nasıl anlattığımız’ önemlidir, üslup önemlidir; fakat kardeşim, ‘ne anlattığımız’ da bir o kadar önemlidir, insaf… Zira kadim edebiyatımızda üslup da muhteva da önemli bir yer tutar. Ki zaten form ve içerik birbirinden sanıldığı kadar bağımsız değildir.

Ama meseleye şuradan bakmak lazım belki de: ‘yazar’ ile ‘müellif’ farklı şeyler. Konunun temelinde bu var bence. Yazar, sözcükleri yan yana, alt alta, üst üste dizen adamdır; biçimcidir, adı üstünde işte, yazan adamdır yazar… Oysa müellif başka bir şeydir: Telif de aynı kökten, ülfet de, elif de aynı kökten gelir. Enfal suresi 63. ayette geçiyor: ‘Ve ellefe beyne gulûbihim’ şeklinde. Gönülleri ısındırmak, kalpleri bir araya getirmek anlamında. Yani müellif sadece kelimeleri bir araya getiren adam değildir; insanlar arasında ülfet oluşturan, elifi hatırlatan, kalpleri bir araya getiren adamdır.

Yani ben biçimcilere ‘yazar’ demeyi; hem biçime hem içeriğe önem verenlere ‘müellif’ demeyi tercih ediyorum. Yazarın yazdıkları (o da eğer iyi bir mühendisse; yapıyı sağlam kurabilmişse) en fazla, ‘zevk’ verebilir; müellifin yazdıkları ise ‘lezzet’ verecektir. Zevk dış’la ilgili bir kavramdır. Lezzet iç’le ilgilidir. Zevk nefsin; lezzet ruhun hoşnutluğudur. Zevk anlıktır, unutulur; akılda kalan ise, bir şeyin lezzetidir.

Günümüz öyküsü bu anlamda problemli görünüyor. ‘Sakın ola hikâyede mesaj verme!’ diyen bazı eli sopalı arkadaşlar var; sanat sevicileri… Bunlar mesela Rus edebiyatında ya da diğer batı edebiyatlarında ‘Yüce İsa!’ diye başlayan ‘papazlı, rahipli, kiliseli, manastırlı, vaazlı’ metinleri büyük bir hayranlıkla okurlar da, biz bir hikâyemizde ‘Efendimiz aleyhisselam’ desek, ‘Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor’ desek, derhal ‘sanatta mesaj olur mu?’ davulunu çalmaya başlarlar.

Modernizm zihinlerimizi şekillendiriyor, maalesef düşünme biçimimizi etkiliyor. ‘Ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemlidir’ diyenler, gırtlaklarına kadar modernizme batmış adamlardır. Bu yüzden edebiyatın bizde neye tekabül ettiğini hatırlamamız gerekiyor galiba. İslam Öncesi Türk Edebiyatındaki sagulardan, koşuklardan, destanlardan tutun da, Kutadgu Bilig’e, Atabetül Hakayık’a, Divan-ı Hikmet’e, Divanü Lügati’t-Türk’e bir bakın bakalım, ne göreceksiniz? 19. yüzyıla kadar getirin edebiyatımızı, bakalım ne çıkacak? Demek ki edebiyatımız yüzyıllardır büyük bir gaflet içerisindeymiş, öyle mi? Bir bunlar akıl etti değil mi ‘ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemlidir’ meselesini. Aferin bunlara o zaman.

Bakın ne söylüyorum: ‘Ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemlidir’ diyerek, kandırdılar bizi. Çünkü bazı konulara temas etmemizi, üstelik bunu edebiyat yoluyla yapmamızı asla istemiyorlardı. Fakat biz bazı konulara ısrarla değineceğiz. Çünkü modernizmi ve postmodernizmi sevmiyoruz.

Ömer Faruk Dönmez
"Öykümüz Fildişi Kulesine mi Çekildi?" soruşturması
Yumuşak G, Sayı:10, Ocak Şubat 2011.