Veysel Altuntaş
Aşkar dergisi, sayı:25 Ocak 2013
Sıkça sorulan soruları
doğru konumlandırmak, yeni sorular doğurma zahmetinden kurtarır bizi. O halde
soralım yine hiç sıkılmadan: Hikâye neyin anlatıcılığını yapar? Varlığını
nereye yaslar?
“Ne”, “nasıl”ı belirler. Ne anlatıyorsak öyle
anlatırız. Başka bir ifadeyle, niyet eylemi etkiler, muhteva üslubu.
Anlatacağımız eğer modern dünyanın sıkışık hayatları ise, ona uygun bir dil
geliştirmek mecburiyetindeyiz doğal olarak. Renk, soluktur günümüz hikâyesinde;
ses uzaktan uzaktan gelir. Bir mühendis titizliğinde örülmüş bir yalnızlık
vardır orada, soğuk ve hesap edilmiş.
Bir taraftan lügatlere
giren kafkaesk kavramı, çağrıştırdığı anlam ve buna uygun bir dil; öbür tarafta
tevekkül, iman ve neşe kültüründen kopmayan insanların sürdürdüğü berrak
yaşantı.
Yalnız başına yaşayan,
aile ve akraba bağlarından azade, mutsuz, umutsuz, bayramsız, misafirsiz,
geçmişe küskün, geleceğe kırgın tiplerin kuşattığı bir edebiyat sahasında,
köyünden, tarlasından takımından, düğün gecelerinden, ninesinin fistanından,
babasının şalvarından, yer sofrasından, amcasının kızına âşık olan gençten
bahsetmek en hafif tabirle yavan kaçmaya mahkûm edilmiştir sanki.
Burada bir tercihi
yargılamak yahut doğruyu göstermek gibi bir kaygıdan uzak olduğumuzu
belirtmeliyiz. Okuyucuya, olması gerektiği kadar çeşitli seçenekler sunabiliyor
mu edebiyat ortamı? Peki, böyle bir dile yaslanan metinler neredeler? Poe’nun
yolundan giden hikâyecileri görebiliyoruz rahatlıkla; peki halk söyleyişleriyle
zenginleştirilmiş, bir iftar davetini yahut yaylaya göç edişi anlatan hikâyelerle
karşılaşan okuyucunun ilk tepkisi ne oluyor ya da kitap raflarına göz
attığımızda ilgimizi daha çok hangi başlıklar çekiyor?
“Yazdıklarından dolayı
kâfirlerin kurşunlarına hedef olmuş, o kurşunlarla şehit olmuş bir yazardan
daha şereflisi var mıdır?”
Bu bir Ömer Faruk
Dönmez cümlesi. Bunu neden buraya yazdım. Çünkü bazen bir cümle her şeyi öyle
güzel özetler ki... İşte ben, böyle söyleyen bir yazarın ilk kitabından, “Hep
Aynı Hikâye” den bahsetmek istiyorum.
“Hep Aynı Hikâye” 2006 yılında
Hece yayınlarından çıktı. İkinci baskısını Şubat 2012’de yaptı. (Ömer Faruk
Dönmez ’in İz yayınlarından çıkan ayrıca dört kitabı daha bulunmaktadır.) Hep
Aynı Hikâye yazarın ilk kitabı olsa bile bence öncelikle Ömer Faruk Dönmez ’in
diğer kitapları okunmalı. Neden mi?
Çünkü yazarın birinci
kitabından sonra çıkan kitapların hepsinde çok açık bir “mesaj kaygısı”
görünüyor. (Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Birazdan açıklayacağım inşallah.)
Oysa ilk kitabında yazar, böyle bir amacı yokmuş gibi görünüyor. Tamam, bazı
paragraflarda “Müslüman Kimliği” kendini belli etse de, açıktan bir “mesaj
kaygısı” görünmüyor metinlerde. Yazarın ilk kitabında açıktan mesaj vermemesi,
dışarıdan böyle gözükme amacını taşıyan bir oyun. Bir kurmaca. Çünkü metinlerin
asıl söylemek istediklerini alttan alta zaten vermiş olduğu gözlemlenebiliyor.
(Daha doğrusu yazarın diğer yazılarını okuyup, kendisini tanıyınca bu kanıya
varmak kolaylaşıyor.) Bu yanlış ya da doğru bilemiyorum. Ben sadece diğer
kitaplarıyla bu kitabı arasındaki farkı söylemeye çalışıyorum.
Örneğin kitapta bulunan
“Kaçık” adlı hikâyede yazar, insanları öldürmesi gerektiğinden bahsediyor.
Bunun üzerine planlar yapıyor. Öldürme şekillerini bile düşünüyor. Hikâyenin kahramanını
insanların canlarına kıyan, ruh dünyasında delilikler yaşayan katil ruhlu bir
adam olarak algılamak oldukça safça olur. Yazar aslında bir doğruya gidiş,
hakkı bulmak veya buldurmak amacıyla, ölüm kelimesini / olgusunu bilerek
kullanmış olmalı. Ya da o metin bu anlamda okunabilir. Çünkü yazarın bu
fikirleri, bir durakta “kendisine” gelmesiyle meydana çıkıyor. Bir şeylerin
farkına varıyor ve insanların da bir şeylerin farkına varması gerektiğini
söylüyor. Tabi bunu oldukça üst bir dil ve kurguyla söylüyor. İşte bu yüzden
bence yazarın en güzel ve özel kitabı olan “Hep Aynı Hikâye” en son okunmalı.
Çünkü diğer kitaplarında aşikârca söylediği cümleler, daha doğrusu hakikatler,
bu kitapta oldukça iyi bir şekilde kurgulanmış ve hikâyelere yedirilmiş. Sembolist
bir anlatımın benimsendiği söylenebilir. En azından benim anladığım kadarıyla
böyle. (Bu söylediğimi diğer kitaplarında estetikten vazgeçmiş olarak
algılamamak lazım. Belki şu söylenebilir: “Hep Aynı Hikâye” gibi estetik değeri
oldukça yüksek bir kitaptan sonra, yazar, sanat istiyorsanız böyle yapılır,
şimdi artık işimize bakalım, diyor.)
Hece Öykü dergisinin
29. sayısında Ali Özdemir’in “Hep Aynı Hikâye” kitabı üzerine yazdığı yazı,
benim görebildiğim kadarıyla hem en kapsamlı hem de en doğru tespitlerin
bulunduğu bir değerlendirme. Orada hikâyelerle ilgili olarak, her metnin
söylediği ve söylemek istediği üzerinde durulmuş. Ali Özdemir’in söylediklerini
aynen tekrar etmek istemem ama mesela; “Savrulan” adlı hikâyesinde yazar, bir
gazete parçasını konuşturur. Bu “kâğıt parçası” nın üzerinden arabalar geçer,
oflar üfler, dertlerini anlatır, savrulmalar yaşar. Bu metinde yazar gerçekten
yalnızca bir gazete kâğıdından mı bahsetmektedir? Yoksa “âşık” bir gencin,
yanlış giden bir şeylerin ortasında yalnız kalışını, oradan oraya savruluşunu
mu anlatmaktadır? Belki de mü’min bir gencin. (Her mü’min âşık bir gençtir
efendim.)
Ali Özdemir kitaba
doğru yerden bakmış diyebiliriz. Ama herkes, yani kitabı okuyan her kişi aynı
yerden bakabilir mi? Kitap buna açık kapı bırakıyor mu? Bence hayır. Kitabı
eline alan kişi, yazar bu hikâyelerde başka bir şey söylüyor diyerek okumaya
başlarsa, işte o zaman metnin “söylemek istediklerini” anlayabilir. Bunu yapmak
için de bence Ömer Faruk Dönmez kitaplarından en sona bu kitap bırakılmalı.
Ömer Faruk Dönmez ’in diğer kitaplarını / yazılarını okuyan biri, “Hep Aynı
Hikâye” kitabını eline aldığında, bu yazar, bu hikâyelerinde başka bir şey
söylemiştir diye düşünür. Çünkü yazar bu kitaptan sonra yayımladığı diğer
kitapların neredeyse hepsinde açıktan “mesaj” vermektedir. Hatta tüm metinlerin
böyle olması gerektiğini ısrarla söylemektedir. Hatta hikâyelerinde bundan
sürekli bahsetmektedir. Edebiyatın kurallarını yerine getirdikten, estetik haz
verdikten sonra istediğim şeyi anlatırım demektedir. Ayrıca işlediği konular
hakkında gelecek hiçbir eleştiriyi kabul etmediğini ısrarla dile getirmektedir.
Peki, gerçekten, bir
eleştirmen, (konumuz olduğu için) bir hikâyeyi değerlendirirken, bir eleştiri
yazısı hazırlarken / bir edebiyat eleştirisinde bulunurken, neleri göz önünde
bulundurması gerekir? Dil, üslup, genel manasıyla kurgu…
Peki, içerikle ilgili
bir eleştiri getirilebilir mi? Edebiyatın inceliklerini yerine getiren, güzel
bir üslup ve kurguyla hikâyesini, romanını sunan bir yazara, neden bu konuyu
seçtin denebilir mi? Estetik hazzı hissettiren bir yazara hayır bu konuyu
işleyemezsin, bu çok yobazca denilebilir mi? Bu etik midir? Bu ‘eser
yaratıcısının’ iradesine gem vurmak değil midir?
Sanırım edebiyat
dünyamızın son on yıldaki en büyük sorunlarından biri de bu. Seksen ve doksanlı
yıllardaki romanların gelişigüzel, salt mesaj ağırlıklı oluşuna tepki olarak,
iki bin yılından sonra; içeriği belirsiz (daha doğrusu mesajsız, bir kaygısı
olmadan) ama (en azından kendilerine göre) iyi üslup ve yalnız edebiyat yapmak
için yazan yazarlar çıktı ortaya. İyi yedirildikten sonra her konuyu işleyemez
mi yazar? İşte buradan beni yakalayamazsınız (eleştiremezsiniz) diyor, Ömer
Faruk Dönmez.
Kadim edebiyatımızda
hem estetik değeri yüksek hem de “mesaj”ın açıkça verildiği çok iyi örneklere
rastlayabiliriz. Ya da meseleye tersinden bakarsak; batılı yazarlar
metinlerinde, kiliseden bahsedince, İncil’den örnek verince, edebiyatın
gerektirdiğini yapmış oluyorlar da, peki, biz, bir Kur’an ayetini, Peygamber
efendimiz (s.a.v)’in bir sözünü metine yerleştirdiğimizde, neden, “edebiyat
yapmıyor” damgası yiyoruz.
Ömer Faruk Dönmez yanlış
bir algıyı kırmak için uğraşıyor. Metinlerini okuyan kişi bunu rahatlıkla
anlayabilir. Yüz yüze görüşme imkânı bulanlara zaten kendisi bunu uzun uzun
anlatıyor. Özellikle Cafcaf dergisinde başladığı “Ölü Bir Yazarın Anlattıkları”
adlı hikâyelerinde bu “mesaj kaygısı” zirve yapmış gibi görünüyor. Ama bir
gerçek var ki Ömer Faruk Dönmez estetikten asla vazgeçmiyor.
Bununla beraber
yazarımız, her şeye olduğu gibi bu meseleye de (edebiyata) ideolojik bakıyor.
Daha doğrusu Müslümanca bakıyor / bakmaya çalışıyor. En azından böyle söylemem
daha doğru olur.
Kıyamet kopacak.
İnsanlar ölecek. Sonra diriltilecekler. Allah’ın karşısına çıkarılacaklar ve bu
dünyada neler yaptığı sorulacak. Ömer Faruk Dönmez (gördüğüm kadarıyla)
yazılarıyla o güne hazırlanıyor. Konuşmalarımızda bize okuduğu dualar, günde en
az iki sayfa Kur’an okuyun deyişi bunun göstergesi olsa gerek.
Ayrıca Ömer Faruk
Dönmez hikâyesinde çok güçlü bir lirizm var.
Ömer Faruk Dönmez bizim
hikâyelerimizi anlatıyor. Halkın; memurların, işçilerin sevdasını anlatıyor.
Yani bizden bakıyor. Bizden anlatıyor. Sevmenin büyüsünü yaşıyorsunuz mesela
“Bir Yanlışlık” adlı hikâyesinde. Sevmeyi yaşıyorsunuz. Veya “Savrulan” adlı
hikâyede bir âşık bir gencin oradan oraya savruluşunu keskin bir zekâyla
kurgulanmış olarak okuyorsunuz.
Hele kitaba ismini
veren hikâyeyi okurken yaşadıklarınız… Bu hikâye, anlatılmaz efendim, okunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder