27 Şubat 2016 Cumartesi

Kelimelerin Sırtındaki Hakikat: "Âb-ı Hayat"

Kelimelerin Sırtındaki Hakikat: "Âb-ı Hayat"
Hüseyin Çelik


Geleneğimizdeki mecâlis kitaplarının bir benzeri, Mevlânâ'nın Mecâlis'ü Seb'a'sı, Nevâî'nin Mecâlis'ün Nefâis'i, Geylânî'nin Fethu’r Rabbânî'si gibi klasik eserlerin günümüz okuyucusuna hitap eden bir uyarlaması diyerek kolaya kaçabilirdik. Piyasada binlerce örneği bulunan mistik arayışlı kitaplardan biri olduğunu düşünerek rahat bir nefes alabilir, sayfalarını karıştırmaya bile lüzum görmeden raftaki yerine bırakabilirdik.

Fakat durum, sanıldığı kadar basit değil. "İnsan kardeşim, canımın içi, dinle. Derdim günüm sensin, inan. Aradığın bizdedir, pencerelerini aç, ta ki bizim gönlümüzden havalanan kuşlar, oraya konabilsinler. Sen pencereni kapatırsan biz ne yapalım? Kuşlar yine gelir, pervazlara konar, camını tıkırdatır fakat sen içerde uyuyorsun, böyle olmaz, kalk. İnsan kardeşim, gözümün çırası, dinle…" sözleriyle başlayan kitabın doğuş hikâyesi oldukça ilgi çekici ve sarsıcı.

Daha çok hikâye kitaplarıyla tanınan Ömer Faruk Dönmez ve entelektüel birikimine güvendiği bir dostu -kitapta Harun adıyla anılıyor-, garip bir kimse ile tanışmıştır. Önce Harun tanışır. Sokaklarda yaşayan, evi barkı ve lime lime olmuş bir kat elbiseden başka hiçbir şeyi olmayan hatta adı bile bilinmeyen bu zat, anlattıkları ile, dili ve duruşu ile önce Harun’u sonra da yazarımızı derinden etkiler. Belli zamanlarda buluşup sohbet etmeye başlarlar. Ömer Faruk Dönmez, müsade isteyerek zatın anlattıklarını not etmeye başlar. Bu notlar birikince kitap halini alır.

Yazar ve Harun diye tanıttığı arkadaşı, sürüp giden bu sohbetler neticesinde ciddi sorgulamalara girişirler. Bu zatın kim olduğu, nasıl bir hayat yaşadığı, ilminin ne tür bir ilim olduğu, daha önce kimlerle birlikte olduğu, ailesi ve tanıdıkları, herhangi bir üniversite ya da medrese okuyup okumadığı, herhangi bir âlimden ya da şeyhden icâzet alıp almadığı... Bunları hep düşünürler. Sohbetler ilerledikçe bu soruların anlamsızlaştığını da fark ederler. Öyle ki isminin bilinmiyor olması bile tuhaf gelmez ikisine de. Çünkü zaman geçtikçe ve Üstad diye hitap ettikleri zat anlattıkça, onun sıradan biri olmadığına inanmaya başlarlar. Bir ara Harun, "Üstad'ın, insanlardan kendini gizleyen bir Melâmî şeyhi olabileceğini, hâlâ düşünüyor muyuz?" diye sorar. Onun bir "mütefekkir" mi, bir "sokak filozofu" mu, "evsiz barksız bir deha" mı olduğu hususunda kesin bir sonuca varamazlar. Kuşkusuz bu zatta, bir dehanın, bir dervişin, bir meczubun, bir mütefekkirin, bir âlimin izlerini görmek mümkün. Kapıdan çıktıktan itibaren bir daha gelip gelmeyeceği bile belli olmayan birine soru sorup rahatsız etmek, mahrem konuları açıp üzmek istemeyen bu iki arkadaş ve okuyucular için Üstad'ın kim olduğu muammâ olarak kalmaya devam edecek.

İlk kitabından itibaren gerçeküstü kahramanlar deneyen, özellikle Bir Yobazın Günlüğü ve Hamza'da gerçek ile kurguyu iç içe geçiren ve bu maharetiyle tanınan ve sevilen Ömer Faruk Dönmez, ısrarla ve samimiyetle Âb-ı Hayat'ın kurmaca olmadığını söylüyor. Bazı sohbetlerde Üstad'ın da dediği gibi kendisinin yalnızca "kâtip" olduğunu ve anlatılanları olduğu gibi yazdığını vurguluyor.

Kırk meclisten oluşan Âb-ı Hayat'ın her meclisi, pek açık edilmese de bir ev ve/veya dükkanda; Üstad, kâtip ve Harun'un bir araya gelip sohbet etmeleri ve kâtibin konuşmaları kaydetmesiyle oluşuyor. Kırk meclis boyunca bu sahne aynen devam ediyor. Üstad, kendine özgü üslubuyla anlatıyor, bazen uzun uzun sükut ediyor; Harun, Türk ve Dünya edebiyatını, Doğu ve Batı düşünce birikimini neredeyse hıfzetmiş biri olarak alıntılarla ve sorularla sohbete yön veriyor; kâtip ise nadiren söz alıyor ve genelde harıl harıl not tutuyor.

Ömer Faruk Dönmez, Türkiye'de doğup büyümüş, entelektüel, İslamcı ve ehl-i târik vb. sıfatları nöbetleşe taşımış ve siyasî-edebî zekâya sahip bir Müslüman'ın yaşayacağı tüm serüvenleri yaşamış bir yazar olarak Âb-ı Hayat ve Üstad için "Paradigmamı değiştirdi." diyecektir. İslam ve hayat algısının temelden sarsıldığını ve yeniden inşa olduğunu da söylemektedir. Yazarın yaşadığı bu sarsıntı ve dönüşüm, her okuyucu için hem bir temenni hem de bir ihtimal olarak ortada duruyor. Sayfalar ilerledikçe İslam'ın ne olduğu, ne söylediği ve muradının ne olduğu hususunda ezberleri tehdit eden okumalar yapılacağı muhakkak. Müslüman veya değil, dost veya düşman, yakın veya uzak "insan"a bakışımızın da yerle bir olması ihtimaller arasında. Bilhassa İkinci Dünya Savaşın'dan sonra edebiyatta ve fikirde silikleşen ve değerlerinden koparılarak üryan ve anlamsız kalan insan, ideolojilerin ve ideolojileşen dinlerin, parti ve cemaatlerin, kapitalist şirket ve teknolojilerin nesneleştirdiği insan ve ne hazindir hepimizin artık böyle kanıksadığımız insan, eserde "can" olarak zikrediliyor ve merhamet nazarıyla ele alınarak kahramanlaştırılıyor, aslında tam manasıyla insanlaştırılıyor.

Özellikle ve öncellikle zihinlerde "İslam", "insan" ve "hayat" kalıplarını bertaraf eden Âb-ı Hayat'ı kelimelerle anlamaya çalışacağız.




A. Ölçü: Denilebilir ki Âb-ı Hayat'ın özü, çekirdeği bu mefhumdur. ''Varlık ile yokluk arasındaki perde''dir ölçü. Her şey ölçüyle olmalıdır. Tek savaş ölçüsüzlüğe karşıdır. Adâlet, merhamet, muhabbet, sevgi, yeme, içme, zevk, giyinme, okumak, yazmak, öfke, manevi değerler... ölçü iledir. Hayatın ve içindeki her şeyin ölçü ile korunduğu ve diri kaldığı; ölçüsüz kalanın hissizleşeceği ve murdar olacağı söylenir. Fakat ölçünün tam olarak ne olduğu belirtilmemiştir. Vayhi mi, sünneti mi, kâinatın genel düzenini mi, fıkhı mı, bilimi mi kastettiği belli değil. En büyük korku ölçüsüzlüktür. Son tahlilde ölçü de gâye değildir; asıl gâye canların sağlığı, hoşluğu, canların canlarla iyi olmasıdır (sf. 176-177). Ölçü belki de inceleyeceğimiz kelimelerin bir araya gelerek tek vücut olduğu bir manalar dizgesidir fakat bu, hiçbir zaman açıkça dile getirilmez.

B. Adâlet / Merhamet / Muhabbet: Bu üç kelime, eser boyunca neredeyse her sayfada karşımıza çıkar. Çünkü hakikat adâletle ortaya çıkar. Adâlet rahmeti celbeder. Çünkü bir şeyi sevmemek onu öldürmektir. Muhabbetten bir pay olmasa varlık alanına giremezdi hiçbir şey. Çünkü gönlü yeşerten merhamettir ki merhamet can verir. Hayatın içindeki güzelliklerin ortaya çıkması ve hakikatin tecelli etmesi için adâletin sağlanması gerekir. İnsan ve diğer mavcudata adâlet, merhamet ve muhabbetle muamele edilmeli. Literatürdeki ''imanın şartları''na eklemede bulunarak şöyle devam eder: "Adâlete iman, merhamete iman, muhabbete iman." (sf. 165).

Üstad, bu kavramlarla ilgili şöyle söyler: "Yedi sekiz sene önce otobanın oradaki köprüde yatıyordum, bu üç şeyi o zaman yerli yerine koydum: iyi niyet, güzel ahlâk, sağlam anlayış. Bir de şu üç şeyi: merhamet, muhabbet, adâlet." (sf. 86).

C. İyi Niyet / Güzel Ahlâk / Sağlam Anlayış: Bu terkip de "adâlet, merhamet ve muhabbet" üçlemesi gibi daima tekrarlanır. Hakikati tanımak için bu üç şeye ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan kâinat iyi bir yere gitmez.

İyi niyet olup sağlam anlayış olmazsa, maksat hasıl olmaz. Sağlam anlayış olur da güzel ahlâk olmazsa tehlikelidir. Üçü bir arada bulunmalıdır.

Bazen bu terkiple bazen de tek başına kullanılan niyet, Âb-ı Hayat'ın özel kelimelerinden. Niyetler değişir. Yol boyunca niyetleri kontrol etmek lazımdır. Bir yola çıkarken kalpte bulunan niyet yol bittiğinde yerinde durmayabilir, değişebilir, bozulabilir (sf. 127). Kişinin içindeki niyet hakikatle arasına perde olur; eğer temizlerse kendisine yardımcı olunur (sf. 217).

D. Bütüne Bakmak: "Bütünün selameti olmadan olmaz bu işler. Pencereyi genişlet, hatta pencereyi yık, tüm duvarı pencere yap, öyle bak hayata, geniş bak, bütünü gör. Benlikle bakan bütünü göremez." (sf. 84).

"Söylemekle, konuşan, kendini avutuyor, kendini iyi hissetmek için konuşuyor, halbuki bırak konuşmayı, iş yap, bütünün selameti için uğraş, ağacın bir dalı kırılsa, bir yaprağı sararsa, bir meyvesi çürüse, bütün ağaç etkilenir bu darbeden; kâinat da o ağaç gibi bir bütündür, her zerre birbirine bağlıdır; bir zerre zarar görse, kâinatta selamet olmuyor. O yüzden bütüne bak deniyor sana hep." (sf. 36).

Benlik, bencillik bu bahiste şiddetle reddediliyor. Cennet hayali ile değil tüm insanlığın kurtuluşu için cehdetmek gerektiği vurgulanıyor sık sık. Yine cemaat, tekke gibi yapılar da eleştiriliyor bütüne sahip çıkmadıkları için. "Sırf bir kişiyi, bir yolu, bir kapıyı sevmekle olmaz." der ve sorar, "O hangi şeyh efendi ki toprağın altındaki karıncanın da derdine düşmüş?". Herkesin kendi derdine düştüğünden şikayet ediyor Üstad: "Bu yol, canlar ateşe giderken cennet rüyası görenlerin yolu değildir!".

"Âdemin cenneti için değil insanın selameti için uğraşacaksın. Cehennemde azap çeken varken, yanan varken, sen cennette baldan ırmaklarda yüzecek misin? Asıl cennet odur ki, insanlık selamete erer." (sf. 136).

E. Hayat: Sınırsız, sonsuz, derin, anlaşılması zor, temiz, güzel, selamet sıfatlarıyla birlikte yer alır eserde. İnsandan değil hayattan istenmelidir/alınmalıdır. Çünkü hayat yerli yerindedir, kişiler darmadağınıktır. Hayat, sırdır. Derece derecedir.

Hayat derken "dünya hayatı"nın kastedilmediği açık. Fakat tam olarak ne olduğu açık değil. Âhiret hayatı mı, cennet hayatı mı, yoksa mahiyetini yalnızca Allah'ın bildiği ezelden ebede giden sonsuz zaman mı ima ediliyor? Hayat, her "şey"in "asıl"larının bulunduğu yer, zemin, zaman, evren... İyilik esastır hayatta. Kötü ve çirkin şeyler ise saklı olarak bulunur. İnsanlar ve diğer mevcudat bunları ortaya çıkarır, pasif halden aktif hale getirir.

Temiz olmakla beraber yırtılmış, paramparça olmuş kıyafetleriyle sokaklarda yaşayan, kartonun üzerinde, köprü altlarında geceleyen bu zat ilginçtir ki: "Önce hayata iman edeceksin, önce kendine iman edeceksin; hayata şahitlik edeceksin, kendine şahitlik edeceksin, hayatı fark edeceksin, varlığını fark edeceksin." (sf. 202) diyebiliyor. O halde anlattığı hayat ile terk ettiği hayat, aynı kelimenin sırtına yüklense de aynı değil.

Meclislerin derleme sürecinde kitabın adının ne olacağı tartışılır. Üstad, ismin önemli olmadığını söyler. Kâtip ve Harun bir süre düşünürler. Âb-ı Hayat'ın ne kadar isabetli bir seçim olduğunu anlamak için hayat'la ilgili cümlelere bakmak yeterlidir:

"Hakikati yaşayan hayatı tanır, hayatı tanıyan kendini bilir, kendini bilen kâinata teslim olmaz.", "Hayat yağarken her akla aynı yağar.", "Aslında hayat anlamaktan ibarettir.", "Hayat açıktı ama varlık gölge etti.", "Güzellik basamaklarından hayata çıkılır.", "Düzelecek yer dünyanın içinde değil, düzelecek yer hayat içindedir.", "Kendinde hayatı, hayatta kendini kavrayabilirsen, yol temizlenir.", "Hayattan ihanet akmaz, ihanet gelirse canlı üzerinden gelir.", "Hayatı gönlünün içine yerleştir.", "Hayatın kudretine ayak uydurmak kolay değil tabi, sonsuzluk adımlarıyla yürümen lazım."

F. Hekim: Hekim kelimesi, kâmil insan ya da mürşit gibi insan tiplerini karşılıyor olabilir.

İnsanların kurtuluşu, selameti söz konusu olduğunda hekim mefhumu illa ki zikredilir. Ona kurtarıcı bir vazife yüklenir. Hekim, hastanın kim olduğuna bakmadan hastalığı yok etmelidir. Hastaya asla kızmamalıdır. Hekim-hasta ilişkisi bir anlamda iyi-kötü ilişkisini işaret eder. İyiler, kötülere kızmamalıdır. Kötüyü değil kötülüğü yok etmelidir. Hekim metaforu ile ideal insanın niteliklerini ortaya koyar. Karanlıkta olanı aydınlığa çıkarmak ve bunu bir hekimin görev bilinci ile yerine getirmek. Hastasını azarlamayan, hastanın kimliğini değil tedaviyi düşünen bir hekim gibi.

Hekim, anlayışa ve hislerine değil ölçüye uyacak. 

G. Hakikat/ Mevcudat: Hiç bir kelimeyi kaçırmak istemeyen yazar (kâtip), soluk soluğa not almaktadır. Üstad döner ve sorar: "Cenneti aşan hakikati yazabilecek misin?". O andan sonra konuşulanları yazmasına izin vermez sohbet bitene kadar.

Cenneti aşan hakikat ne demektir? Yalın haliyle hakikat nedir? Bazen hayatla yakın anlamda kullanılsa da hakikat daha geniş hatta sonsuzluğu bile katmerlenmiş bir daireyi ifade ediyor gibi. Mevcudat ise varlık alanı, dünya oluyor. 

Bir yerde Üstad kendi sorar, kendi cevaplar, "Hakikat nedir?", "Hakikat, hayatın niteliğinden haber veren bir ilimdir ki benlikle yürüyen o ilme ulaşamaz." (sf. 298).

Hakikat, her şeyin aslının olduğu yerdir. Burada hayat ile benzeşiyor. Orada denge vardır. Suç ve ceza yoktur hakikatte çünkü ölçüsüzlük yoktur. Suç ve ceza, ölçüsüzlüğün olduğu varlık alanındadır (sf.149). Hakikatte başkası diye bir şey yoktur. Hakikatte usanç olmaz. Usandıran taklitlerdir.

Hakikat adâletle ortaya çıkar ve o da ölçüye tâbidir. Mevcudatta bulunanlar, fani olanlardır, taklitlerdir. Fakat muhabbetten bir pay olmasaydı varlık alanına giremezdi.

Ebu Hafs, Nakşibendî, Mevlânâ gibi bazı hak dostları dışında hemen hiç kimseden, hiçbir kaynaktan bahsedilmez. Üstad, nadiren hatıralarından parçalar  aktarır. Doğrudan ayet ve hadis söylemez. Efendimiz için "Muhammed Mustafa" der çoğu zaman. Maksat, Muhammed Mustafa'ya yakın olmaktır ona göre. Elbet sözleri ayet ve hadise yaslanır fakat bir disiplin olarak bu alanlara temas etmez, terim kullanmaz, akademik bilgi sunmaz. Felsefenin, ilahiyatın, psikolojinin yüzyıllardır tartıştığı bazı kavram ve olguları bir çırpıda söyleyiverir. Ağaç, dal, yaprak, ev, yol, çiçek, anne, çocuk, ilaç, fare gibi gündelik hayatın dili ile konuşur ve benzetmelere sıkça başvurur. İki kapak arasında okusak da sohbet olduğu çok açıktır. Yazar lafızlarına bile müdahale etmeden yazmış ve yayımlamıştır.

Kelimeler, onda lügat anlamları ile karşılık bulmaz her zaman. Kelimelere yeniden anlam verir. Asıl bağlamlarından koparır, sözlük anlamına bazen yakın bazen bambaşka anlamlarda yeniden üretir.

Âb-ı Hayat'tan yepyeni bir lügat oluşturmak mümkün. İşte kısa bir lügat denemesi:

Cehâlet: Çirkinliğe açılan kapıdır, ölümdür.
Edeb: Evcilleşmedir. Edebsizlik ise yabanîliktir.
Gönül: Hayatla ruh arasında bir penceredir.
İlim: İnsanı sağlam bir yere bağlamaktır.
Kâfir: Adâletin, merhametin, muhabbetin, vicdanın üstünü örten kişidir.
Keder: Dermanın özüdür, çünkü haber verir. Kederi olmayanın haberi de olmaz.
Kötülük: Hayatın ölüm elidir.
Namus: Kimseye zarar vermemektir.
Ruhun gıdası: Selamet içinde olduğunun bilinmesidir.
Sapıklık: Dostluğu gözetmemektir, alameti donuk kalp ile bakmaktır.
Söz: Hayatın sırrıdır.
Şirk: Aşkta ortaklık peşinde olmaktır.
Zulüm: Hakkı tanımama illetidir, cehaletten gelir.

Âb-ı Hayat'ın temelini oluşturan kelimeleri ele aldık. Fakat Üstad'a göre; "Kelimeleri hadim etmişler. Kelimeler kısır olunca, cümlelerden mana doğmuyor." (sf. 140). Ömer Faruk Dönmez, bazen Üstad'ın uzun uzun sustuğunu söyler kitapta. Çünkü; "Bazı kelimeler bazı manaları taşıyamıyor.", "Cennette ırmak derken, huri derken, hangi manalar hangi kelimenin sırtındadır kim bilecek." (sf 251).        

Hüseyin Çelik

Ayraç dergisi, sayı:65 Mart 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder