Kelimelerin
Sırtındaki Hakikat: "Âb-ı Hayat"
Hüseyin
Çelik
Geleneğimizdeki
mecâlis kitaplarının bir benzeri, Mevlânâ'nın Mecâlis'ü Seb'a'sı, Nevâî'nin
Mecâlis'ün Nefâis'i, Geylânî'nin Fethu’r Rabbânî'si gibi klasik eserlerin
günümüz okuyucusuna hitap eden bir uyarlaması diyerek kolaya kaçabilirdik.
Piyasada
binlerce örneği bulunan mistik arayışlı kitaplardan biri olduğunu
düşünerek rahat bir nefes alabilir, sayfalarını karıştırmaya bile lüzum
görmeden raftaki yerine bırakabilirdik.
Fakat
durum, sanıldığı kadar basit değil. "İnsan
kardeşim, canımın içi, dinle. Derdim günüm sensin, inan. Aradığın bizdedir,
pencerelerini aç, ta ki bizim gönlümüzden havalanan kuşlar, oraya
konabilsinler. Sen pencereni kapatırsan biz ne yapalım? Kuşlar yine gelir,
pervazlara konar, camını tıkırdatır fakat sen içerde uyuyorsun, böyle olmaz, kalk. İnsan kardeşim, gözümün çırası, dinle…" sözleriyle
başlayan kitabın doğuş hikâyesi oldukça ilgi çekici ve sarsıcı.
Yazar
ve Harun diye tanıttığı arkadaşı, sürüp giden bu sohbetler neticesinde ciddi
sorgulamalara girişirler. Bu zatın kim olduğu, nasıl bir hayat yaşadığı,
ilminin ne tür bir ilim olduğu, daha önce kimlerle birlikte olduğu, ailesi ve
tanıdıkları, herhangi bir üniversite ya da medrese okuyup okumadığı, herhangi
bir âlimden ya da şeyhden icâzet alıp almadığı... Bunları hep düşünürler.
Sohbetler ilerledikçe bu soruların anlamsızlaştığını da fark ederler. Öyle ki
isminin bilinmiyor olması bile tuhaf gelmez ikisine de. Çünkü zaman geçtikçe ve
Üstad diye hitap ettikleri zat anlattıkça, onun sıradan biri olmadığına
inanmaya başlarlar. Bir ara Harun, "Üstad'ın, insanlardan kendini gizleyen
bir Melâmî şeyhi olabileceğini, hâlâ düşünüyor muyuz?" diye sorar. Onun
bir "mütefekkir" mi, bir "sokak filozofu" mu, "evsiz
barksız bir deha" mı olduğu hususunda kesin bir sonuca varamazlar.
Kuşkusuz bu zatta, bir dehanın, bir dervişin, bir meczubun, bir mütefekkirin,
bir âlimin izlerini görmek mümkün. Kapıdan çıktıktan itibaren bir daha gelip
gelmeyeceği bile belli olmayan birine soru sorup rahatsız etmek, mahrem
konuları açıp üzmek istemeyen bu iki arkadaş ve okuyucular için Üstad'ın kim
olduğu muammâ olarak kalmaya devam edecek.
İlk
kitabından itibaren gerçeküstü kahramanlar deneyen, özellikle Bir Yobazın
Günlüğü ve Hamza'da gerçek ile kurguyu iç içe geçiren ve bu maharetiyle tanınan
ve sevilen Ömer Faruk Dönmez, ısrarla ve samimiyetle Âb-ı Hayat'ın kurmaca
olmadığını söylüyor. Bazı sohbetlerde Üstad'ın da dediği gibi kendisinin
yalnızca "kâtip" olduğunu ve anlatılanları olduğu gibi yazdığını
vurguluyor.
Kırk
meclisten oluşan Âb-ı Hayat'ın her meclisi, pek açık edilmese de bir ev ve/veya
dükkanda; Üstad, kâtip ve Harun'un bir araya gelip sohbet etmeleri ve kâtibin
konuşmaları kaydetmesiyle oluşuyor. Kırk meclis boyunca bu sahne aynen devam
ediyor. Üstad, kendine özgü üslubuyla anlatıyor, bazen uzun uzun sükut ediyor;
Harun, Türk ve Dünya edebiyatını, Doğu ve Batı düşünce birikimini neredeyse
hıfzetmiş biri olarak alıntılarla ve sorularla sohbete yön veriyor; kâtip ise
nadiren söz alıyor ve genelde harıl harıl not tutuyor.
Ömer
Faruk Dönmez, Türkiye'de doğup büyümüş, entelektüel, İslamcı ve ehl-i târik vb.
sıfatları nöbetleşe taşımış ve siyasî-edebî zekâya sahip bir Müslüman'ın
yaşayacağı tüm serüvenleri yaşamış bir yazar olarak Âb-ı Hayat ve Üstad için
"Paradigmamı değiştirdi." diyecektir. İslam ve hayat algısının
temelden sarsıldığını ve yeniden inşa olduğunu da söylemektedir. Yazarın
yaşadığı bu sarsıntı ve dönüşüm, her okuyucu için hem bir temenni hem de bir
ihtimal olarak ortada duruyor. Sayfalar ilerledikçe İslam'ın ne olduğu, ne
söylediği ve muradının ne olduğu hususunda ezberleri tehdit eden okumalar
yapılacağı muhakkak. Müslüman veya değil, dost veya düşman, yakın veya uzak
"insan"a bakışımızın da yerle bir olması ihtimaller arasında.
Bilhassa İkinci Dünya Savaşın'dan sonra edebiyatta ve fikirde silikleşen ve
değerlerinden koparılarak üryan ve anlamsız kalan insan, ideolojilerin ve
ideolojileşen dinlerin, parti ve cemaatlerin, kapitalist şirket ve teknolojilerin
nesneleştirdiği insan ve ne hazindir hepimizin artık böyle kanıksadığımız
insan, eserde "can" olarak zikrediliyor ve merhamet nazarıyla ele
alınarak kahramanlaştırılıyor, aslında tam manasıyla insanlaştırılıyor.
Özellikle
ve öncellikle zihinlerde "İslam", "insan" ve "hayat"
kalıplarını bertaraf eden Âb-ı Hayat'ı kelimelerle anlamaya çalışacağız.
A. Ölçü: Denilebilir ki Âb-ı Hayat'ın özü, çekirdeği bu mefhumdur. ''Varlık
ile yokluk arasındaki perde''dir ölçü. Her şey ölçüyle olmalıdır. Tek savaş
ölçüsüzlüğe karşıdır. Adâlet, merhamet, muhabbet, sevgi, yeme, içme, zevk, giyinme,
okumak, yazmak, öfke, manevi değerler... ölçü iledir. Hayatın ve içindeki her
şeyin ölçü ile korunduğu ve diri kaldığı; ölçüsüz kalanın hissizleşeceği ve murdar
olacağı söylenir. Fakat ölçünün tam olarak ne olduğu belirtilmemiştir. Vayhi
mi, sünneti mi, kâinatın genel düzenini mi, fıkhı mı, bilimi mi kastettiği
belli değil. En büyük korku ölçüsüzlüktür. Son tahlilde ölçü de gâye değildir;
asıl gâye canların sağlığı, hoşluğu, canların canlarla iyi olmasıdır (sf.
176-177). Ölçü belki de inceleyeceğimiz kelimelerin bir araya gelerek tek vücut
olduğu bir manalar dizgesidir fakat bu, hiçbir zaman açıkça dile getirilmez.
B. Adâlet / Merhamet / Muhabbet: Bu üç kelime, eser
boyunca neredeyse her sayfada karşımıza çıkar. Çünkü hakikat adâletle ortaya
çıkar. Adâlet rahmeti celbeder. Çünkü bir şeyi sevmemek onu öldürmektir.
Muhabbetten bir pay olmasa varlık alanına giremezdi hiçbir şey. Çünkü gönlü
yeşerten merhamettir ki merhamet can verir. Hayatın içindeki güzelliklerin
ortaya çıkması ve hakikatin tecelli etmesi için adâletin sağlanması gerekir.
İnsan ve diğer mavcudata adâlet, merhamet ve muhabbetle muamele edilmeli.
Literatürdeki ''imanın şartları''na eklemede bulunarak şöyle devam eder: "Adâlete iman, merhamete iman,
muhabbete iman." (sf. 165).
Üstad,
bu kavramlarla ilgili şöyle söyler: "Yedi
sekiz sene önce otobanın oradaki köprüde yatıyordum, bu üç şeyi o zaman yerli
yerine koydum: iyi niyet, güzel ahlâk, sağlam anlayış. Bir de şu üç şeyi:
merhamet, muhabbet, adâlet." (sf. 86).
C. İyi Niyet / Güzel Ahlâk / Sağlam Anlayış: Bu terkip
de "adâlet, merhamet ve muhabbet" üçlemesi gibi daima tekrarlanır.
Hakikati tanımak için bu üç şeye ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan kâinat iyi bir
yere gitmez.
İyi
niyet olup sağlam anlayış olmazsa, maksat hasıl olmaz. Sağlam anlayış olur da
güzel ahlâk olmazsa tehlikelidir. Üçü bir arada bulunmalıdır.
Bazen
bu terkiple bazen de tek başına kullanılan niyet, Âb-ı Hayat'ın özel kelimelerinden.
Niyetler değişir. Yol boyunca niyetleri kontrol etmek lazımdır. Bir yola
çıkarken kalpte bulunan niyet yol bittiğinde yerinde durmayabilir, değişebilir,
bozulabilir (sf. 127). Kişinin içindeki niyet hakikatle arasına perde olur;
eğer temizlerse kendisine yardımcı olunur (sf. 217).
D. Bütüne Bakmak: "Bütünün
selameti olmadan olmaz bu işler. Pencereyi genişlet, hatta pencereyi yık, tüm
duvarı pencere yap, öyle bak hayata, geniş bak, bütünü gör. Benlikle bakan
bütünü göremez." (sf. 84).
"Söylemekle, konuşan,
kendini avutuyor, kendini iyi hissetmek için konuşuyor, halbuki bırak
konuşmayı, iş yap, bütünün selameti için uğraş, ağacın bir dalı kırılsa, bir
yaprağı sararsa, bir meyvesi çürüse, bütün ağaç etkilenir bu darbeden; kâinat
da o ağaç gibi bir bütündür, her zerre birbirine bağlıdır; bir zerre zarar
görse, kâinatta selamet olmuyor. O yüzden bütüne bak deniyor sana hep." (sf. 36).
Benlik,
bencillik bu bahiste şiddetle reddediliyor. Cennet hayali ile değil tüm
insanlığın kurtuluşu için cehdetmek gerektiği vurgulanıyor sık sık. Yine
cemaat, tekke gibi yapılar da eleştiriliyor bütüne sahip çıkmadıkları için.
"Sırf bir kişiyi, bir yolu, bir kapıyı sevmekle olmaz." der ve sorar,
"O hangi şeyh efendi ki toprağın altındaki karıncanın da derdine
düşmüş?". Herkesin kendi derdine düştüğünden şikayet ediyor Üstad:
"Bu yol, canlar ateşe giderken cennet rüyası görenlerin yolu
değildir!".
"Âdemin cenneti
için değil insanın selameti için uğraşacaksın. Cehennemde azap çeken varken,
yanan varken, sen cennette baldan ırmaklarda yüzecek misin? Asıl cennet odur
ki, insanlık selamete erer." (sf. 136).
E. Hayat: Sınırsız, sonsuz, derin, anlaşılması zor,
temiz, güzel, selamet sıfatlarıyla birlikte yer alır eserde. İnsandan değil
hayattan istenmelidir/alınmalıdır. Çünkü hayat yerli yerindedir, kişiler
darmadağınıktır. Hayat, sırdır. Derece derecedir.
Hayat
derken "dünya hayatı"nın kastedilmediği açık. Fakat tam olarak ne
olduğu açık değil. Âhiret hayatı mı, cennet hayatı mı, yoksa mahiyetini
yalnızca Allah'ın bildiği ezelden ebede giden sonsuz zaman mı ima ediliyor?
Hayat, her "şey"in "asıl"larının bulunduğu yer, zemin,
zaman, evren... İyilik esastır hayatta. Kötü ve çirkin şeyler ise saklı olarak
bulunur. İnsanlar ve diğer mevcudat bunları ortaya çıkarır, pasif halden aktif
hale getirir.
Temiz
olmakla beraber yırtılmış, paramparça olmuş kıyafetleriyle sokaklarda yaşayan,
kartonun üzerinde, köprü altlarında geceleyen bu zat ilginçtir ki: "Önce hayata iman edeceksin, önce
kendine iman edeceksin; hayata şahitlik edeceksin, kendine şahitlik edeceksin,
hayatı fark edeceksin, varlığını fark edeceksin." (sf. 202)
diyebiliyor. O halde anlattığı hayat ile terk ettiği hayat, aynı kelimenin
sırtına yüklense de aynı değil.
Meclislerin
derleme sürecinde kitabın adının ne olacağı tartışılır. Üstad, ismin önemli
olmadığını söyler. Kâtip ve Harun bir süre düşünürler. Âb-ı Hayat'ın ne kadar
isabetli bir seçim olduğunu anlamak için hayat'la ilgili cümlelere bakmak
yeterlidir:
"Hakikati yaşayan
hayatı tanır, hayatı tanıyan kendini bilir, kendini bilen kâinata teslim
olmaz.", "Hayat yağarken her akla aynı yağar.", "Aslında
hayat anlamaktan ibarettir.", "Hayat açıktı ama varlık gölge
etti.", "Güzellik basamaklarından hayata çıkılır.", "Düzelecek
yer dünyanın içinde değil, düzelecek yer hayat içindedir.", "Kendinde
hayatı, hayatta kendini kavrayabilirsen, yol temizlenir.", "Hayattan
ihanet akmaz, ihanet gelirse canlı üzerinden gelir.", "Hayatı
gönlünün içine yerleştir.", "Hayatın kudretine ayak uydurmak kolay
değil tabi, sonsuzluk adımlarıyla yürümen lazım."…
F. Hekim: Hekim kelimesi, kâmil insan ya da mürşit gibi
insan tiplerini karşılıyor olabilir.
İnsanların
kurtuluşu, selameti söz konusu olduğunda hekim mefhumu illa ki zikredilir. Ona
kurtarıcı bir vazife yüklenir. Hekim, hastanın kim olduğuna bakmadan hastalığı
yok etmelidir. Hastaya asla kızmamalıdır. Hekim-hasta ilişkisi bir anlamda
iyi-kötü ilişkisini işaret eder. İyiler, kötülere kızmamalıdır. Kötüyü değil
kötülüğü yok etmelidir. Hekim metaforu ile ideal insanın niteliklerini ortaya
koyar. Karanlıkta olanı aydınlığa çıkarmak ve bunu bir hekimin görev bilinci
ile yerine getirmek. Hastasını azarlamayan, hastanın kimliğini değil tedaviyi
düşünen bir hekim gibi.
Hekim,
anlayışa ve hislerine değil ölçüye uyacak.
G. Hakikat/ Mevcudat: Hiç bir kelimeyi kaçırmak istemeyen yazar
(kâtip), soluk soluğa not almaktadır. Üstad döner ve sorar: "Cenneti aşan
hakikati yazabilecek misin?". O andan sonra konuşulanları yazmasına izin
vermez sohbet bitene kadar.
Cenneti
aşan hakikat ne demektir? Yalın haliyle hakikat nedir? Bazen hayatla yakın
anlamda kullanılsa da hakikat daha geniş hatta sonsuzluğu bile katmerlenmiş bir
daireyi ifade ediyor gibi. Mevcudat ise varlık alanı, dünya oluyor.
Bir
yerde Üstad kendi sorar, kendi cevaplar, "Hakikat
nedir?", "Hakikat, hayatın niteliğinden haber veren bir ilimdir ki
benlikle yürüyen o ilme ulaşamaz."
(sf. 298).
Hakikat,
her şeyin aslının olduğu yerdir. Burada hayat ile benzeşiyor. Orada denge
vardır. Suç ve ceza yoktur hakikatte çünkü ölçüsüzlük yoktur. Suç ve ceza, ölçüsüzlüğün
olduğu varlık alanındadır (sf.149). Hakikatte başkası diye bir şey yoktur.
Hakikatte usanç olmaz. Usandıran taklitlerdir.
Hakikat
adâletle ortaya çıkar ve o da ölçüye tâbidir. Mevcudatta bulunanlar, fani
olanlardır, taklitlerdir. Fakat muhabbetten bir pay olmasaydı varlık alanına
giremezdi.
Ebu
Hafs, Nakşibendî, Mevlânâ gibi bazı hak dostları dışında hemen hiç kimseden,
hiçbir kaynaktan bahsedilmez. Üstad, nadiren hatıralarından parçalar
aktarır. Doğrudan ayet ve hadis söylemez. Efendimiz için "Muhammed
Mustafa" der çoğu zaman. Maksat, Muhammed Mustafa'ya yakın olmaktır ona
göre. Elbet sözleri ayet ve hadise yaslanır fakat bir disiplin olarak bu
alanlara temas etmez, terim kullanmaz, akademik bilgi sunmaz. Felsefenin,
ilahiyatın, psikolojinin yüzyıllardır tartıştığı bazı kavram ve olguları bir
çırpıda söyleyiverir. Ağaç, dal, yaprak, ev, yol, çiçek, anne, çocuk, ilaç,
fare gibi gündelik hayatın dili ile konuşur ve benzetmelere sıkça başvurur. İki
kapak arasında okusak da sohbet olduğu çok açıktır. Yazar lafızlarına bile
müdahale etmeden yazmış ve yayımlamıştır.
Kelimeler,
onda lügat anlamları ile karşılık bulmaz her zaman. Kelimelere yeniden anlam
verir. Asıl bağlamlarından koparır, sözlük anlamına bazen yakın bazen bambaşka
anlamlarda yeniden üretir.
Âb-ı
Hayat'tan yepyeni bir lügat oluşturmak mümkün. İşte kısa bir lügat denemesi:
Edeb:
Evcilleşmedir. Edebsizlik ise yabanîliktir.
Gönül: Hayatla ruh
arasında bir penceredir.
İlim: İnsanı
sağlam bir yere bağlamaktır.
Kâfir: Adâletin,
merhametin, muhabbetin, vicdanın üstünü örten kişidir.
Keder: Dermanın
özüdür, çünkü haber verir. Kederi olmayanın haberi de olmaz.
Kötülük: Hayatın
ölüm elidir.
Namus: Kimseye
zarar vermemektir.
Ruhun
gıdası:
Selamet içinde olduğunun bilinmesidir.
Sapıklık: Dostluğu
gözetmemektir, alameti donuk kalp ile bakmaktır.
Söz: Hayatın
sırrıdır.
Şirk: Aşkta
ortaklık peşinde olmaktır.
Zulüm: Hakkı
tanımama illetidir, cehaletten gelir.
Âb-ı
Hayat'ın temelini oluşturan kelimeleri ele aldık. Fakat Üstad'a göre; "Kelimeleri hadim etmişler. Kelimeler
kısır olunca, cümlelerden mana doğmuyor." (sf. 140). Ömer Faruk
Dönmez, bazen Üstad'ın uzun uzun sustuğunu söyler kitapta. Çünkü; "Bazı kelimeler bazı manaları
taşıyamıyor.", "Cennette ırmak derken, huri derken, hangi manalar
hangi kelimenin sırtındadır kim bilecek." (sf 251).
Hüseyin Çelik
Ayraç dergisi, sayı:65
Mart 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder