25 Nisan 2016 Pazartesi

Ömer Faruk Dönmez: “Bizim Tufanımız da Modernizm'miş”

Bünyamin Dinç, Afâk dergisinin 4. sayısında Ömer Faruk Dönmez'le bir söyleşi gerçekleştirdi.

Sistemin put üreticileri olan ‘sekülarizm, modernizm, emperyalizm, kapita­lizm’ gibi kavramların size çağrış­tırdığı anlamlar nelerdir?


So­runun cevabı içinde: “Sistemin put üreticileri” demişsiniz. Bunlar çağdaş dinler; yeni putlar, sah­te tanrılar üretiyorlar. Anladığım kadarıyla, soru, kavramların tarihsel arka planı hakkında bilgi almak için sorulmuyor. İsteyen o konuları kaynaklarından araş­tırır, öğrenir. Bu kavramlar hangi yüzyılda, nerde doğmuştur, bize nasıl intikal etmiştir, bu, işin diğer tarafı.

Fakat şu nokta çok önem­li: Bugün kime sorsanız, emper­yalizme karşıyım diyecektir. Sokaktan bir adam çevirip sorsak, kapitalizme karşı olduğunu söy­leyecektir. Ancak modernizmin bu iki kavramla olan ilgisi, çoğu zaman ihmal ediliyor. Ülkemizde birtakım insanlar, emperyalizme ve kapitalizme karşı oldukları hal­de; modernizme karşı durmuyor­lar. Hatta genel itibarla uygarlığın ve çağdaşlığın çok önemli şeyler olduğunu, gelişme ve ilerleme­nin lüzumunu anlatıyorlar bize. Burada, kelimeyi sevmiyorum ama, bir ‘paradigma’ problemi var. Modernizmi savunduğunuz an, zaten emperyalizmi ve kapitalizmi de kabullenmiş oluyor­sunuz oysa. Bu nokta gözlerden kaçırılmak isteniyor. 

Kardeşim, bu ülkeye Çanakkale’den gire­meyen düşman; uygarlık diyerek, çağdaşlık diyerek, gelişme-ilerleme diyerek girdi. Bunu görmek için allame olmaya gerek yok ki. Çağdaşlık kavramı üzerinden so­yut bir işgale maruz kaldık. Top­la tüfekle yapılan işgallerde bir direniş bilinci gelişebiliyor. Oysa soyut bir işgalde, iki üç kuşak sonra, düşmanınıza benzemiş oluyorsunuz. Bir zihniyet dönü­şümü yaşanıyor fark ettirmeden. Algılar, tasavvurlar değişiyor.

Müslümanların, yurt ve dünya sorunlarına çözüm getirme noktasında, bir ‘yol- yöntem’ değişikliğine gitmesini nasıl yorumlamak gerekir?

Anla­dığım kadarıyla, Müslümanlarda da bir zihniyet değişimi söz ko­nusu. Müslüman olduğunu söy­leyen insanların Müslümanca bir tasavvuru olmalı, İslami bir mu­hayyilesi olmalı. Tefekkür tarzı, mümine yakışır şekilde olmalı. Kapitalist gibi yaşayanın Müslü­man gibi düşünmesi beklenebilir mi? Boğazına kadar modernizme gömülmüş birinin bir Müslüman gibi tefekkür etmesi mümkün müdür? Bunlar hayati sorular. Pozitivizm bataklığına saplanmış birisi, İslami bir mantığa, İsla­mi bir düşünme biçimine, İslami muhayyileye, tasavvura sahip olabilir mi? Bunlar önemli sorular.
Medreselerin, tekkelerin insana kazandırdığı bir düşünme biçimi vardır. Müslüman bir toplumda, Müslüman bir iklimde yaşamak sizde bir ‘algı’ oluşturur, bir zih­niyet oluşturur. Günümüzde de tabi ki bu modern okulların, üni­versitelerin insana dayattığı bir düşünme biçimi var. Seküler bir mantığı enjekte ediyorlar bize, gençlerimize, çocuklarımıza. Pozitivist bir algıyı dayatıyorlar bize. Farkına varmadan, rasyonalist, bireyci, demokrat bireylere dö­nüşüyoruz. Bu hem yaşam biçi­miyle, hem zihniyetle ilgili müthiş bir değişimdir. Durdurabilmek için, direnebilmek için, önce adını koymak, teşhis etmek lazım. Bu sosyal ortamlarda, bu piyasada, bu okullarda, üniversitelerde ‘va­rolan’ Müslümanlar olarak, ister istemez şartların biçimlendirme­sine maruz kalıyoruz. Ha, Allah muhafaza buyurursa, bir mü­min, küfrün ortasında da ‘kendisi olarak’ afak dergisikalabilir. Ama konumuz bu değil.
Genele baktığımızda bu savrulmanın fotoğrafını çek­mek mümkün. Bir medresede, bir âlimin önünde, bir rahlenin önünde ders görmek başka şey­dir; bir fakültede, bir kampüste, konferans salonlarında, kız erkek karışık İslamcılık iddiasıyla dolaş­mak başka şeydir. Önemli mese­lelerimiz var. Biz Müslüman kalamazsak, başkalarına neyi tebliğ edeceğiz Allah aşkına? Son yüz yılda şekillenen İslamcılığımızın ‘modern’ bir tarafı olduğu açıktır. Tasavvurumuzu, muhayyilemizi, algımızı, zihniyetimizi, Kur’an’a, sünnete ve 1400 yıllık müktesebata dayanarak gözden ge­çirmemiz lazım. Muharref Hıris­tiyanlığın Protestanlık üzerinden yaşadığı macerayı şimdi de biz Müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Oysa bizim temel metinle­rimiz ortadadır, müktesebatımız ortadadır. Sözde akılcılık ve bi­reycilik üzerinden, sorgulanmaya açılan bir müktesebat var. Bu bir sekülerleştirme operasyonu. Tabi ki geleneği putlaştırmak yanlıştır; fakat sivri aklımızı putlaştırmak da bir o kadar yanlıştır. Allah mu­hafaza buyursun. Peygamberin vârisleri olan âlimlerin eteğine ya­pışmak lazım.
Bir de dil üzerinden gidelim; ‘gelenek’ kelimesinin itibarını sarsmaya çalıştılar özel­likle. Geleneği sanki donmuş, ka­lıplaşmış bir şey gibi algılamamızı istediler. Bu da kasti bir şey. Ge­leneği putlaştırmayalım diyoruz; tamam ama zaten ‘gelenek’ yapı olarak donmuş bir şey değildir ki, müktesebattır, eskiden olanın üstüne ‘gelen’ ve ‘eklenen’ bir şeydir ‘gelen-ek’. Hele konumuz ‘İslami gelenek’ olunca, donmuş bir yapıdan değil, kendi iç dinamikleriyle devinen, meselelere içerden çözümler üreten, kendi usulleri çerçevesinde hareketli, doğurgan, münbit bir yapıdan söz ediyoruz demektir. Efendimiz aleyhisselamdan bugüne yaşa­yan sünnetten söz ediyoruz.

Sekülarizmin, Müslüman zihinde yaptığı tah­ribat ile, gayrimüslim zihinde yaptığı tahribat farklı mı?

Pro­testanlık üzerinden Hıristiyanlık bir macera yaşadı. Kilisenin ve din adamlarının tasallutundan kurtulmak için, dediler ki, bizim, rahiplere papazlara falan ihtiya­cımız yok; her Hıristiyan, İncil’i kendi okur, anlar, gereğince amel eder falan. Laikliğin Avrupa’da doğması için makul gerekçeler vardı. Aforoz vardı, engizisyon vardı. Günah çıkartma, cennet­ten arsa satma gibi durumlar var­dı. Kilise ve ruhban sınıfı sade­ce halk üzerinde değil, askerler, derebeyleri ve krallar üzerinde bile otorite tesis etmişti. Ve bu ortamda laiklik gibi bir tepki türe­di. Akılcılık, bireycilik vesaire. Fa­kat bizim tarihimiz bambaşkadır. Tarihsel şartlarımız bambaşkadır.
Bir kere bizim temel metinlerimiz sapasağlam ortadadır. 1400 yıldır süregelen / yaşayan bir sünnet vardır. Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Tabi ki Emevilerde, Abbasilerde, Osmanlılarda vesa­ire hatalı tutumlar olmuştur. Bu­nunla birlikte, Allah dinini koru­muştur; yaşayan sahih bir sünnet günümüze dek ulaşmıştır, Kur’an zaten dipdiri, capcanlı ortadadır. Şimdi bizim Müslümanların Protestanlaşması yolunda, deniyor ki, Kur’an’ı kendin oku, anla, amel et. Cazip bir teklif; ama tehlike­li. Tabi ki Kur’an’la şahsi bağımızı asla koparmamalıyız; her daim okumalı ve anlamaya çalışmalı­yız, tefekkür etmeliyiz, tedebbür etmeliyiz. Ama usulsüz vusul ol­maz demişler. Her ilmin bir usulü, bir yöntemi var. Fıkıh usulü var, hadis usulü var, tefsir usulü var. Şimdi herhangi bir Müslüman Kur’an’ı eline alıp, mealini okuyup, bir ayetten hüküm çıkarmaya kalkarsa ne olur? Müslümanların Protestanlaşması bu işte. İstidlal için, istinbat için şartlar var.

Bu zihniyet de­ğişiminin günlük hayattaki yansı­maları neler?

Bunu hepimiz görüyoruz herhalde. Özellikle kadınlar üzerinde daha ‘görünür’ hale geliyor bu algı de­ğişimi. Klasik örnek ama söylemeden geçemeyiz; başı örtülü, ayağında kot, ağzında sakız, yüzünde makyaj, elinde cep telefo­nu, sigara, kahkaha... Bu nasıl bir ‘tesettür’ anlayışıdır ya Rabbi. Nasıl bir hicap, nasıl bir edep? Şimdi mümin bayan bu mudur yani? Bu söylediğimin ‘şekilcilik­le / biçimcilikle’ falan ilgisi yok; belli bir zihniyet tarzı bu biçimi doğuruyor. Bir de bu konuyu tafsilatıyla tefekkür etmemiş kardeşlerimiz var. Ben daha önce de söyledim, tekrar da söylüyorum: Biçim ile öz arasında zannedildiğinden daha derin bir ilgi vardır.
Tabi erkekler de payını alıyor bu değişimden. Sakalsız, bıyıksız, kotlu, parfümlü, güneş gözlüklü İslamcı erkekler de bir yanda. Otuz yıl önce ‘köylülükle’ malul olanlar, bugün de maale­sef ‘burjuvalaşma’ illetine tutul­dular. Bu bir maraz gerçekten. Allah şifa versin. Günlük hayatta farklı yansımalar da var: Mese­la kız erkek karışık bir İslamcılık ne demektir Allah aşkına? Dini­mizin mahremiyet konusundaki tavrı bu kadar net olduğu halde bu nasıl bir yozlaşmadır? Sonra Müslümanların evlerinde dev ek­ran televizyonlar, internetler...
Sisteme uyum süreci daha ne kadar sürecek peki? Müslümanlar dünyada yürürlükte olan küfür sistemini de­ğiştirme ideallerini kayıp mı etti­ler?
Böyle bir çağda dünyaya geldik. Böy­le bir sistem içerisinde yaşıyo­ruz. Bu da bizim imtihanımız. Endülüs’te de yaşayabilirdik, fetih sonrası İstanbul’unda da yaşayabilirdik, sahabe dönemin­de de yaşayabilirdik; o zaman da farklı bir imtihanımız olacaktı. Bu dünya her halükârda bir im­tihan alanıdır. İmtihan edilmekte olduğumuzu unutmamak lazım. Her çağda bir tufan kopar; Nuh aleyhisselam gemi inşa etme­ye devam eder. Bizim tufanımız da modernizmmiş.
Nuh’un ge­misine binmek lazım; peygam­berlerin vârisleri olan âlimlerin / âriflerin eteğine yapışmak lazım. Nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi en önemli şey değil mi? İslam­cılığımızı gözden geçirmemiz la­zım. Bu işe de, yanılmıyorsam, abdestimizi, namazımızı düzelt­mekle başlayacağız. Abdestimiz, namazımız düzgün olursa, gerektiği gibi olursa, Allah bizi kötülüklerden alıkoyacak; vaadi var çünkü: namaz insanı kötülüklerden alıkoyar. Yediğimiz lokma­nın helal olmasına azami dikkat edeceğiz. Salihlerle / sadıklar­la beraber olmaya çalışacağız. Efendimiz aleyhisselamın gece kalkıp teheccüd kıldığını, gündüz kalkıp devlet yönettiğini / cihat ettiğini unutmayacağız. Müminin çift kanadı vardır. Tek kanatlı kal­mayacağız. Nefisle mücadeleyi asla ihmal etmeyeceğiz; emper­yalistlerle mücadeleyi de asla ih­mal etmeyeceğiz. Dua edeceğiz. Her daim dua edeceğiz.
Sisteme uyum süreci ne kadar sürecek, diyorsunuz; zaten bu süreç tüm Müslümanlar için işliyor değil. Bazı Müslümanlar Allah’ın izni ve yardımıyla sisteme angaje ol­madan varlıklarını sürdürüyorlar. Dünyada yürürlükte olan küfür sistemini değiştirme ideallerini de kaybetmiş değiller. Şuara su­resinin sonundaki ayeti hatırlaya­lım: “Zalimler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini pek yakında gö­recekler.” Mesele, bu Müslüman­ların, diğer kardeşlerine davayı anlatabilmelerinde galiba.

Afâk - Mevsimlik Fikir Dergisi - Bahar 1434, sayı:4

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder