15 Mayıs 2016 Pazar

Hamza'dan bir bölüm: “Şu gelen yar olaydı”

Cafcaf dergisinin en sevilen tiplerinden Hamza, İz yayıncılıktan kitap olarak çıkıyor. Hamza'dan bir bölüm alıntılıyoruz. 


“Şu gelen yar olaydı” 
Ömer Faruk Dönmez

Bir parka geçip oturdum. Neydi? Sayıklama Parkı. İnsanlar gelip geçiyor. “Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden/ Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?” Kısakürek Necip Fazıl. Sahi ne çok insan var. Öleceğini günde bir kez olsun düşünmeyen insanın kalbi kararmıştır vesselam. O kararmış kalbine dünya sevgisi dolmuştur vesselam. Kalbine dünya sevgisi dolan insan, ahireti unutmuştur vesselam.

Peki ben? Öleceğimi hakikaten düşünüyor muyum? Belki de bir ‘günlük’ tutmalıyım ve her güne şöyle bir not düşmeliyim: “Bugün ölebilirsin: ona göre yaşa!” Bir Yobazın Günlüğü. Seçkin kitapçılarda. Merhaba sevgili günlük… Yok, şöyle daha iyi: Selamünaleyküm sevgili günlük. Hah ha. Amma acayip şeyler geçiyor aklımdan. O değil, dayanamayıp gülüyorum, gören deli sanacak. Güldüğüme bakma teyze, takılıyorum öyle, rahat ol sen. Kalıcı değilim zaten, şu dünyada biraz dinlenip gideceğim. “Şu dünyada bir nesneye/ Yanar içim, göynür özüm.
Yahu bu oturduğumuz nesneye neden bank demişler acaba. Hamza senin de işin yok, etrafa sarıyorsun; bank işte, sana ne. Doğru aslında: işim yok: iş arıyorum. Rızık Allah’tan ya hani. Evet? İş aramasam olmaz mı? Mütevekkil olsam? Yanlışlıkla ‘müteekkil’ olmayasın? Öyle ya. İnce işler. Şimdi sözlüğü açacaksın, kelimeyi bulacaksın. Ha? Lügate bakmayan adam olur mu yahu. Mütevekkil. Müteekkil. Bir de hikâyesi var, ama şimdi hiç halim yok. Kuşlar sabahları aç çıkıyor, akşam yuvalarına tok dönüyorlar. Allah’a kuşlar kadar güvensek yeter; ama o kadar bile güvenmiyoruz galiba. Allahım, geçimimi helal yoldan temin edebileceğim bir iş nasib et bana. Âmin. Eee? Ne oldu şimdi? Hiiiç, dua ediyorum. Bu nasıl bir iş arama yöntemi böyle? Reel bir torpilim olmayınca, metafizik bağlantılarımı kullanıyorum, ne yapayım. Doğru: âdemoğlu garip mahlûktur: meseleyi kendi kendine halledebildiği müddetçe Allah’ı pek hatırlamaz, çünkü kendini ‘müstağni’ sayar. Baktı iş sarpa sarıyor o dakka Allah’ı yardıma çağırır. Menfaatçi bir din algısı. Yine derin bir tahlil yaptın oğlum Hamza. Yaparım ben. 

Şimdi en iyisi bir gazete alıp ilanlara bakmak. Fakat o namussuzların gazetelerini de almak istemiyorum. İyi o zaman. Otur burada. İşsiz kal. Aç kal. Susuz kal. Bunalıma gir. Ne oldu şimdi? Dakka bir gol bir. Sistem beni yendi mi? Dur bakalım. Daha yeni başlıyoruz. ‘Bir lokma bir hırka’ diyebilecek misin oğlum Hamza? Derviş olabilecek misin? Her şeyin herkese satıldığı bu sistemi; insanların hırstan kudurduğu, daha fazla, daha fazla, daha fazla mal mülk istediği, makamlarıyla, mevkileriyle, statüleriyle, maaşlarıyla, arabalarıyla ‘adam’ sayıldığı bu vahşi kapitalizmi ‘bir lokma bir hırka’ diyebilen dervişler yenecek çünkü. Tamam tamam. Mal da yalan mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan. Teorik olarak mesele yok; ama derviş falan diyorsun da, bizimkiler bir tuhaf biliyorsun: önüne gelen şeyh oldu da mürid kalmadı. Şeriatsız tarikat olur mu yahu? İlimsiz zikir olur mu? Efendim? “Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı / Yok mudur sizin köyde, çeken fikir sancısı?” Yine Kısakürek Necip Fazıl.
Ah Meczup Amca, nerdesin? Şimdi çıkıversen karşıma, o gül yüzünle, tatlı dilinle anlatsan, anlatsan da gönlüm ferahlasa. Herkese atıp tuttuk; cemaatleri, partileri, tarikatleri bir güzel sîgaya çektik. İyi de, ulan bu nasıl bir yalnızlık? Ne olacak şimdi? Efendimiz aleyhisselam, beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma ya Rabbi, diyor. Cemaatte rahmet var, buyuruyor. Kaldın mı şimdi kabak gibi ortada. Bak sen: cemaatte rahmet olduğu gerçeğini, iş aradığın bir dönemde hatırlamış olman, ilginç doğrusu. Baba parasıyla öğrencilik yaparken ‘tek tabanca’ takılmak kolaydı tabii. Öndere/cemaate bağlılık konusunda ahkâm keserken iyiydi di mi. Sen ‘bağlı’ değilsin de ne oldu yani? Ruhun huzur buldu mu? Mutlu oldun mu? Başını yastığa rahat koydun mu? Repertuarın da fena değil hani: Ağzını açtın mı zikrullah dersin ama sürekli şarkı türkü dinliyorsun anlaşılan. Şerefsiz. Efendim?
Şimdi bi dakka: konumuza dönelim; evet, şu an yürürlükte olan ‘öndere/cemaate bağlılık’ konusunu sorunlu buluyoruz; fakat buna karşılık öndersiz, cemaatsiz, tek başına, bağımsız bir ‘birey’ olmayı mı öneriyoruz? Hayır efendim: İslam münferiden yaşanmaz, müctemian yaşanır. Gene mi sözlüğe bakacağız. Eee sen bilirsin. Yani şu: Sadıkların meclisini, ariflerin sohbetini, âlimlerin otoritesini reddetmek kimin haddine? Bizim sözümüz, öndeki koyunun peşinden uçuruma atlayan arkadaki koyunlara. ‘Cemaat’ olmakla ‘sürü’ olmak arasındaki farka vurgu yapıyoruz kardeşim. Ve bizim sözümüz, dünyevî menfaatleri sebebiyle dinî çatıların altına girenlere: ‘cemaat’ olmakla ‘şirket’ olmayı aynı şey sayanlara. Çıkar ilişkilerine de karşıyız yani. Anladın mı? Galiba anladım. Bağlanmanın usullerini bilip de bağlanana lafımız yok; ne saadettir bir Allah dostunun halkasında olmak! Fakat bağlanmak da sahih ilimle olur, halis niyetle olur. Yoksa develeri de bağlıyorlar yani. Hah. Biz hakikatli bir kapı bulsak bir dakika durmayacağız. Allah nasib etsin. İnşaallah. Âmin.
İlim kardeşim, ilim! Üç tarafı cehalette çevrili güzel yurdumda metrekareye düşen şeyh sayısı hayli yüksektir: Kişi başına düşen hocaefendi sayısı da ondan geri kalmaz hani: bul bir tane, eğil eğil kalk, salla başını, geçimine bak, maaşına bak, ev al, araba al, siyer öğrenmeye fıkıh öğrenmeye gerek yok, hadis bilmeye akaid bilmeye lüzum yok, siyasetten uzak dur, etliye sütlüye karışma, merkez sağ partilere ver oyunu, çocuğuna da subhanekeyi gulhüyü öğrettin mi, tamam işte, geç git, ihtiyarla öl. Ondan sonra ‘nasıl bilirdiniz?’ Valla bilmezdik; enteresan adammış! Ulan Allah’tan utan, diyeceğim: “Lakin, ne demek bizleri Allah ile iskât? / Allah’tan utanmak da olur ilm ile, heyhat!” Getirin sözlüğü. Ohoo! Şimdi kelimeleri açıklayacaksın da, derdini anlatacaksın. İskat? Heyhat? Ersoy Mehmet Akif. Bak sinirlendim gene.
Başımı kaldırıp caddeleri izledim. Lüks arabalar geçiyor. İçlerinde özgüvenli, makyajlı, kibirli kadınlar. Rahat, parfümlü, tıraşlı erkekler. Cüzdanlarda banknotlar. Sorsan, varoluşa dair üç cümle edemez. Tefekkürden nasibi yoktur. Edebiyattan anlamaz. Stefan Zweig? O da kim? Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski. Valla ben Üç Büyük Hasta’yı biliyorum: Şu malum dava sebebiyle tutuklanıp da sonra hemen hastaneye kaldırılan. Vaay, espri de yapıyor. Peki, Vanya Dayı? Vişne Bahçesi? Ya bizim bir Yahya Dayı var ama onunki portakal bahçesi. Cahil. Gafil. Hain. Şerefsiz. Namussuz. Yavaş. Pardon. Kızgınım. Anasını satayım insanlar helal haram demeden zevk ü sefa sürüyorlar, keyif çatıyorlar, nimetler içinde yüzüyorlar; biz namazlı niyazlı olduğumuz halde, üstelik ekstradan acayip bir birikim sahibi olduğumuz halde, yokluk içindeyiz, yoksulluk çekiyoruz, iş arıyoruz, adaletin bu mu dünya, hatta, batsın bu dünya.
Gerçi bi dakka; ne saçma bir düşünceye kapıldım öyle bir anda. Kontrolü kaybettim galiba. Sanki Allah’ın şöyle bir vaadi varmış gibi: ey kullarım, siz namaz kılın, oruç tutun, ben de size bu dünyada sıkıntı göstermeyeyim. Hah. Yok ki böyle bir vaat. Nasıl böyle saçma bir mantık kullanabildim; şaştım kendime doğrusu. Resmen akl-ı selimi değil, akl-ı moderni kullandım. Ne oldu bana yahu. Zeki adamdım hani ben? Efendimiz aleyhisselam bile ne sıkıntılar, ne yoksulluklar çekmiş. Hain şeytan: bak nereden yakalıyor adamı. Beni nefsimle baş başa bırakma Allahım. Ah beraber olabileceğim güzel insanlar olsa. Tertemiz. Saf. İyi niyetli. Temiz kalpli. Salih amelli. Mütevazı. Kibirsiz. Şefkatli. Merhametli. İzzetli. Kudretli. Tek derdi Müslümanlık olan. Ve İslam’ı ‘bütün olarak’ anlayan. Bıktık şu ‘yarım’ Müslümanlardan; bıktık İslam’ı bir ucundan yaşayanlardan: Adam var; sabaha kadar teheccüd kılar, tesbih çeker; ama geceleri gözyaşlarıyla namaz kılan peygamberimizin, gündüzleri savaş yaptığını, devlet yönettiğini bilmez. Adam var; meydanlarda ‘cihat’ diye bağırır, ‘şehit’ diye çağırır: bu arada ya komşusunun kalbini kırmıştır ya sabah namazını kaçırmıştır. Adam var; ‘Dindarlar güçlü olmalı canım!’ diye diye boğazına kadar kapitalizme batmıştır. Adam var; ‘İslam mantığını’ bırakıp farkına bile varmadan ‘modern mantığa’ takılmıştır. Adam var; derviş olacağım derken koyun olmuştur: aklınca siyasetten uzak durur ama merkez sağ tarafından sömürülür durur. Adam var; dinin toplumsal boyutunu önemser, dernek kurar, siyasete falan girer, fakat partiydi, ihaleydi, şirketti, koltuktu, başkanlıktı derken sisteme dâhil olur, kirlenir. Adam var… mı? ADAM VAR MI? Nedir şu işin doğrusu? Ya Rabbi, kimdir senin yolunda müstakim olanlar, muttaki olanlar, muhlis olanlar? Bizi bu yalnızlıktan kurtar. Bizi bu yalnızlıktan kurtar. Âmin.
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir / Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!” Ersoy Mehmet Akif. Şimdi oturup ağlasam… Sesimi duyar mısınız mısralarımda? Kanık Orhan Veli, çık aradan. Senin de ne olduğunu biliyoruz, konuşturma beni, sayar dökerim yediğin naneleri. Of. Gerçekten daraldım. Ya Rabbi. Kul daralmadıkça Hızır yetişmezmiş. Yetişse iyi olur artık; zira fevkalade daraldık. Hızır’dan vazgeçtik; bari Meczup Amca olsa. Nerdesin be Meczup Amca? Aha! Ulan bu kadar tesadüf ne Yeşilçam filmlerinde olur ne Tanzimat romanlarında: Şu gelen o değil mi? “Şu gelen yâr olaydı / Elinde nar olaydı / İkimiz bir gömlekte / Yakası dar olaydı.” Şşşşttt! Nefsin de hiç susmuyor hani. Duruma uygun bir parça seçemedin bir kere; saçma oldu. Bırak şimdi gevezeliği. Tüh. O değilmiş. Benzetmişiz. Ne demişler: Her gördüğün sakallıyı Mec… ‘Meczup Amca’ demeyeceğim ben artık; alaycı bir tarafı var gibi. Hem asıl adı Ahmet değil mi? Evet.
İnsanlar gelip geçiyor. Hayat gelip geçiyor. Nasıl olacak bu işler? Yar bana bir eğlence. Şöyle bir baktım etrafa: Parkın tam karşısındaki apartmandan orta yaşlı bir adam çıktı, kendinden emin tavırlarla arabasına bindi ve gitti, iki tane siyah kedi miyavlayarak az ilerdeki çöp kutusunda o günkü kısmetlerini aradılar, kâğıt toplayan çocuk demir çubuklu bir gövdeden ibaret çuvallı arabasıyla yaklaşınca kediler ürküp kaçtılar, bakkal büyük bir gürültüyle kepengi indirip dükkânı kapattı, daha akşam olmadan, hayırdır, acil bir işi çıktı herhalde, bir pikap geçti, nefis bir ekmek kokusu yayıldı ortalığa, belli ki aşağı sokaktaki fırının arabası ekmek dağıtmaya çıkmış, şoför mahallindeki delikanlı da amma fiyakalı, birazdan kıyafetinde ‘büyükşehir belediyesi’ yazan çöpçü elindeki süpürgeyle kaldırımdaki kraker ve cips paketlerini süpürmeye başladı, bir yandan da ıslık çalıyor, eee bu işin şanındandır, aklıma “Çöpçüler Kralı” geldi, ne tatlı filmdi o sahiden, yahu tatlı dedim ama bi dakka, İslam’a uymayan bir şey var mıydı hatırlayamadım şimdi, yolun karşısındaki durağa genç ve güzel bir kız geldi, şimdi spor arabanla yanında duracaksın, sizi gideceğiniz yere kadar götüreyim falan, tövbe estağfirullah, yuh be ne biçim adamsın, daha demin neler düşünüyordun şimdi ne diyorsun, ne yapayım oğlum nefsim var, bunu böyle sokağa bırakırlarsa olacağı bu yani, öhhö öhhö, şahsi suçumu sisteme yükleyip nefsimi temize çıkaramam tabii ki de, neyse bir otobüs geldi birazdan, kız bindi ve gitti, on bir on iki yaşlarında bir çocuk küçük adımlarıyla caddeyi arşınladı ve markete girdi, çıkarken elinde bir ekmek, bir gazete, bir de galiba ikibin vardı, canım, babasına almıştır, kaldırımdaki masaların arasından geçip gitti, kahveci de ne yapsın, sigara yasağından dolayı masaları sandalyeleri kaldırıma doldurmuş, gelip geçenler zorlanıyor tabii, yoksa müşteri gelmiyor yazık, derken, bir adam geçti önümden; şalvarlı, sarıklı, genç de üstelik, kimin nesi acaba, bu tipleri sinemalarda, tiyatrolarda, romanlarda öyle bir çizdiler ki, bilincimiz kirlendi, halbuki bu kıyafet sünnete uygun, modernize olmamış işte, pardösülü, kravatlı, şapkalı adamlar gördüğümüzde garipsemiyorsak ya da askılı tişörtler, daracık kotlar giyen kadınlar normal geliyor da, yolda böyle sarıklı sakallı bir adam ya da baştan ayağa simsiyah çarşaflı bir kadın görünce, “noluyor ulan” diye bakıyorsak, bi dakka bi dakka, bilinç kirlenmesi, kırmızı alarm, kırmızı alarm, Yahudiler bize münasip bir taraflarıyla gülüyordur şimdi, nasıl bir zihinsel sapma bu, nasıl bir bilinç kayması, yaşlı adamlar, çocuklar, dolmuşlar, belediye otobüsleri, yandaki çınarın dalına ne taraftan geldiğini anlayamadığım bir kuş kondu birden, bir saniye durdu durmadı, tekrar havalandı; çocukken hiç yerimde durmadığım zamanlarda böyle söylerdi annem bana: “kuşun dalda durduğu kadar durmuyorsun bir yerde” derdi, ah anne, kuş, dal, çocukluk, iş ilanları, rızık, suratım buruşuk kafam karışık evet kafam karışık, değilim hayatla barışık, nedir bu yaklaşan mor ışık, dünya kalbime dolanan zehirli bir sarmaşık, zihnimde kuşlar uçuyor anne, kanat şakırtılarını arz ediyorum: edebiyatta içerik ve biçim sorunları ah: içimden geçenler: biçimden kaçanlar. Şekilsizler. Suretsizler. Bilinçakışı. Bill’in Çakışı. Zavallı ve ezik kahramanımız Bill, her bölümde güzelce dayak yediği Tom’a, nihayet bir tane çakar: Bill’in Çakışı. Çizgi romancılıkta gelinen son nokta. Bayiinizden ısrarla isteyiniz. Hah ha.
Kimle konuşsan, “rızık Allah’tandır” diyor. Sanki bu teorik bir şey: Rızık konusunda pek güvenmiyoruz galiba Allah’a. Endişeliyiz, tedirginiz. Oysa evet, rızık Allah’tandır. Halden anlayan, kalbimizden geçenleri hisseden, derdimize deva, gönlümüze şifa,  güzel sözler söyleyen mübarekler nerde? İlerde sağda. Hah ha. Onları beklerken bari kendi kendimizi idare edelim. Konuya uygun kıssalar yok mu oğlum Hamza: senin literatürün geniştir. Var da durum biraz ters oldu. Normalde kıssadan hisseye gidilir. Bizim ‘hisse’ belli: Rızık Allah’tandır: şimdi buna uygun bir kıssa bulmamız lazım: Hisseden kıssa:
Hz. Süleyman bir karıncaya senelik yiyecek miktarını sormuş. O da senede bir buğday tanesi yediğini söylemiş. Bunun doğru olup olmadığını görmek isteyen Hz. Süleyman, karıncayı bir şişeye koydurmuş ve yanına da bir buğday tanesi bıraktırmış. Sonbahar kış ilkbahar yaz derken, sene geçmiş, Hz. Süleyman adamlarını gönderip şişeyi açtırmış. Ne görsünler? Karınca, buğday tanesinin ancak yarısını yemişmiş. Sormuş Hz. Süleyman: Hani senede bir buğday tanesi yiyordun, yarısı duruyor? Karınca şöyle cevap vermiş: Doğru, ben senede bir buğday tanesi yerim; ama benim rızık işim Allah’a aitti, benim yiyeceğimi yüce Allah veriyordu. Ben de ona güvenerek tanenin tamamını yiyordum; çünkü o kimseyi unutmaz, kimsenin rızkını ihmal etmez. Fakat sen beni buraya kapatıp rızık işimi üstlenince; dedim ki bu nihayetinde aciz bir kuldur, belki beni bu şişede unutur. Onun için yiyeceğimin yarısını yiyip, yarısını da seneye bıraktım.
Yani? Yani oğlum Hamza, ufacık karıncanın bile rızkını veren Allah, hiç seni unutur mu? Unutmaz. Karıncanın güvendiği kadar güveniyor musun Allah’a bilmem tabii. İşin Yaratan’a ve yaratılana ait kısımları hikâyede nasıl bir incelikle örülmüş farkında mısın? Galiba farkındayım. Belki de değilimdir. Yahu hep böyle ‘kıssa-hisse-nasihat-gönül iklimi’ modunda olsak mesele yok da. Şehvetli bir fahişe gibi bizi koynuna çağırıyor dünya. Nerde o salihlerin meclisi? Nerde o âriflerin sohbeti? İyi de kardeşim, liyakatin, ehliyetin var mı? Salihlerle beraber olabilecek o tertemiz gönül var mı sende? Ulan arkadaş, gönlüm tertemiz olsa zaten benim etrafımda halka olurlar; ben gönlümü arındırmak için meclis arıyorum. Ah bu yalnızlık. Kimsesizlik. Baksana şu hayata. Yarım saattir izlediğin dünyaya. Allah aşkına bir baksana. Cazip tuzaklar. Masiva. Sonra nefs. Sonra şeytan. Var mı elimizden bir tutan. Bildiğimiz şeylerin bile bazen hatırlatılması lazım bize. Kapı var mı gidecek. Zor zamanlardayız oğlum Hamza. Kişi nefsiyle baş başa kaldı mı bazı hastalıklar ortaya çıkabiliyor, nüksedebiliyor. Kapı var mı ya Rabbi?
Ulan şu gelen Aysu değil mi? Hadi bakalım: Şu gelen yar olaydı  / Elinde nar olaydı / İkimiz bir gömlekte / Yakası dar olaydı. Hah ha. Parça şimdi duruma uydu işte. Valla o. Üç sene önce aynı dershanedeydik. İktisat mı ne kazanmıştı. Vay be. Ulan amma sevmiştim be. Amma âşıktım be. Sevgi? Aşk? Hah! Duyan da bir şey var sanır. Bu ilgimden haberi bile olmadı kızın. Hem ben âşık olabilir miyim böyle bir kıza? Sevebilir miyim böyle birini? Neden? Çünkü “Biz onurlu ve mahcup çocuklarız.” O yüzden. Görmese beni keşke. Eyvah. Galiba gördü. Geliyor. Geliyor. Geldi.
“Aaa Hamza, nasılsın?”

Alıntı sayfası: http://www.dunyabizim.com/omer-faruk-donmez/4610/aysu-hamzayi-yoldan-cikarir-mi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder